Emevi ve Abbasi dönemlerinden başlayarak İslam Devletlerinde İrtidat suçlamalarına sıkça rastlanırdı ve ilk zamanlarda "inançsız" (münafık] ve "mürtet" terimleri dini tartışmalarda sık sık geçerdi. El-Cahiz (ölümü 869), "İlahiyatçıların dindarllığı muhalifleri dinsizlikle itham etmekten başka bir şey değildir" demiştir. Gazali (ölümü 1111), "Allah'ın yüce merhametini hizmetkarlıklarıyla sınırlayanları ve cenneti küçük bir ilahivatçı kliğinin vakfı haline getirecekleri kınamıştır. Aslında bu suçlamalar uygulamada bir fayda sağlamıyordu. Genellikle suçlananlar çoğunlukla rahat bırakılır, hatta bunlar arasında İslam devletinde yüksek makamlara gelenler olurdu. Müslüman kanunundaki hüküm ve cezalar sistematize edilerek düzenli uygulanmaya başlayınca, irtidat suçlamaları da azaldı. Az sayıda din bilimci, inançları kendilerininkinden farklı olanlara karşı irtidat için ceza verilmesi taraftarıydı. Öte yandan, her tür yeniliğe karşı olan Suriyeli fıkıhçi ibn Teymiyya (ölümü 1328), kuşkulu grupların uyarılması ve kötü durumlarda zorla eylemlerle bir tür karantinaya alınması gerektiğinden yanaydı. Bidat'ın aşırı, ısrarlı ve saldırgan olması durumunda, taraftarlarının İslam toplumundan atılmaları ve acımasızca yok edilmeleri gerekirdi.
İslam’da zorla empoze edilen tek bir dogmatik ortodoksluğun olmaması bir eksiklik değil, böyle bir şeyi Sunni Muslumanlar'ın kendi inançlarına yabancı ve toplumlarının çıkarları açısından tehlikeli bulup reddetmeleri yüzündendir. Ne var ki başka dinlere inananlar gibi, Müslümanların da, kendi ilkelerini izlemedikleri hatta kitaplarına boyun eğmedikleri durumlar vardır. Gerek klasik gerek Osmanlı dönemlerindeki orneklerde hükümdarların İslamiyet'in belirli bir biçimini zorla kabul ettirmeye ve hatta Müslüman olmayan tebaalarını zorla Müslüman yapmaya çalıştıklarına rastlanmaktadır "Sapkın" inançlara sahip kişilerin gerçek dini kabul etmeye zorlandıkları ve karşı koyduklarında işkenceyle öldürüldükleri de bilinmektedir.
Ancak genel olarak hoşgörü de hoşgörüsüzlük de yapısaldı, başka bir deyişle kanunla belirlenmişti. Allah'ın birliğini ve varlığını inkar edenlere, yani dinsizlere ve çoktanrılılara hoşgörü gösterilemezdi. Fetihlerden sonra onlara "ihtida" ya da ölüm seçenekleri sunulur, bu ikincisi de köleliğe çevrilebilirdi. Hosgörü, en azından inanca sahip olanlara, başka bir deyişle İslamiyet'in vahiy yoluyla inmiş ve gerçek kitabı olduğuna inananlara gösterilirdi ve bu da söz konusu kişilerin belirli malı ya da başka sınırlamaları kabul ederek bunlara uymalarına bağlıydı. Mürtet olana, yani Müslümanlıktan çıkana hiçbir koşulda hoşgörü gösterilemezdi ve cezası ölümdü.
Bazı otoriteler pişman olan mürtet için cezanın hafifletilmesine izin verirken, bazıları da pişmanlık halinde dahi ölüm cezasından vazgeçmezlerdi. Bu kişiler öteki dünyada Allah tarafından affedilebilirlerdi, ancak bu dünyada kanun tarafından cezalandırılmaları gerekirdi. Ortaçağ Müslüman dogmacılarının en büyüklerinden biri olan el-Eșari'nin (ölümü 935-36), son sözleriyle ilgili iki yorum yapılmıştır. Bu yorumlardan birine göre son sözleri şunlardır: "Mekke'ye dönerek dua edenleri kafir saymıyorum. Herkes dua ederken düşüncesini aynı yöne çevirir, yalnızca ifadeleri değişik olur." Diğer yoruma göre de, ölürken Mutazile’nin yaptığı yanlışlıklara küfür etmiştir. Bu yorumların hangisi doğru olursa olsun, ilk yorumun Sünni İslam'ın doğru olan inanç karşısındaki daha gerçekçi genel davranışının ifadesi olduğu şüphesizdir. İslamiyet'in sikkelerde yazılı olan, minarelerden okunan, her gün dualarda yinelenen düşüncesi, Allah'ın tek olduğu ve Hz. Muhammed'in onun Peygamberi olduğudur, bunun dışındakiler ayrıntıdır.
Güncelleme Tarihi: 07 Nisan 2022, 05:31